21 Şubat 2016 Pazar

Cemal Süreya / Ülke

saat çini vurdu birden: pirinççç
ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
kasketimi eğip üstüne acılarımın
sen yüzüne sürgün olduğum kadın
karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. mavi.
bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman
sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa

yalnız aşkı vardı aşkı olanın
ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
sen yüzüne sürgün olduğum kadın
kardeşim olan gözlerini unutamadım
çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını
dostum olan ellerini unutamadım
karım olan karnını ve önlerini
orospum olan yanlarını ve arkalarını
işte bütün bunlarını bunlarını bunlarını
nasıl unuturum hiç unutamadım
kibrit çak masmavi yanardı sesin
ormanlara ormanlara yüzünün sesi
en gizli kelimeleri akıtırdı ağzıma
şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın
soluğu kesen ağulayan ormanlarında
yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığı
ve çarpıntılı yüreğim saçlarının akıntısında
karadeniz'e karışırdı ordan akdeniz'e
ordan da daha büyük sulara

geceyse ay hemen tazeler minareleri
kur'an sayfaları satılan sokaklardan
ölüm bir çeşit sevgiyle uçar
ölüm uçar çocuk yüzlere
ben o sokaklardan ne kadar geçtim
damağımda dilimin yosunlu tadı
önce buğulu sonra cam gibi parlak sonra buğulu yine
bir takım tavşanları andıran bir takım su hayvanlarını
pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
yani salı çarşamba perşembe cuma cumartesi

bir başak ufak ufak bildirir konya'yı
o başakta o konya'da seni ararım
ben şimdilerde her şeyi sana bağlıyorum iyi mi
altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
para basma yetkisini fırat'ın suyunu palandöken'i
erzincan'ın düzünü asma bahçelerin dibini
antalya'nın denizini o denizin dibini
beş türlü yengeç yaşayan sularında
çağanoz adi pavurya çingene pavuryası ayı pavuryası bir de çalpara
bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya
yokluğun gayri şurdan şuraya geldi
bir günler şölenlerle egemen ülkende
şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
n'olur ağzından başlayarak soyunmaya
bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
çık gel bir kez daha yıkıntılardan
çık gel bir kez daha bozguna uğrat.

20 Şubat 2016 Cumartesi

Aslı Serin / Dans Etmesek De Olur

bollaşınca kaçar tadı şeylerin, bilirim
kaçsın dışımızda ne varsa daha dışımıza
tenimizde sihir tenimizde yara
ben, hayat tanık olsun bizi tırnak içine alsın
eğsin büksün kalın yapsın istedim
başımın hiç ağrımaması bundan
biraz da ölmüşlüğümden
gidip gelmek değil gitmek ve kalmak gibi uzun
sonra beklemek, müzikler dinlemek
sonra beklemek. su vermek değil
sert şey kırılgandır, toktur, ses öyle mi, değil
onaylar ve uzatır ölümü
sen benim arsızlığımdan odalar yap sünek olsun
yeri geldiğinde öleceğim duvarlar yumuşak
inleyeceğim zemin pürüzlü ki tutunmak kolay olsun
zirvedeyken ya da düşüyorken
sonra konuşuruz kendini aslan terbiyecisi sanan adamları
yüzlerindeki pençe izlerini
ve mutsuz olmak için bir nedenimiz olmadığını
mutlu olmak için bir nedenimiz olmadığını
ne kadar şiddetli konuşursak o kadar şiddetli...
sana bunları mum ışığında söyleyemem
leopar desenli giysilere inanmıyorum
baktığın ve güldüğün yerden ekmek ver bize
dans etmesek de olur
ne olur?
hadi bana sorular sor cevaplı olsun
öyle uzun susmalara inanmıyorum.

Deniz Durukan / Kramp

çok suskunuz kendimize
biraz da mahcup
unutulmuş çocuklar gibi azaptayız

ay zalimdir sevgilim!
aşklar da
bir çığlık gibi çömelmişiz hayata

en kötü yerlerimden sev beni
baştan başla yok etmeye
parmak izlerin
kara bir öfke gibi dolansın diline

çünkü iyilik geçicidir.

Turgut Uyar / Çokluk Senindir

özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilinsin artık senindir

suya giden bir adam mesela omzunu eğri tutsa
güneş, su ve adamın omzundaki eğrilik senindir

ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir

kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir

bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir

benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir

çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir

senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Nizar Kabbani / Var mı Vaktin

ne yapıyorsun pazar günü
var mı vaktin
incelemek için aşkı
denizi
kumsalı
güzel kelimeleri bu pazar
var mı vaktin
gömmek için yüzümü saçlarına
gün boyu
var mı vaktin karşılamaya beni
var mı beni dinlemek için sabrın
yüzüm harap
ruhum harap
ve cesetsiz bir baş gibidir Beyrut
verebilir misin bana ellerini
hissetmem için ebediliği
var mı vaktin hüznüm için
Beyrut katliamından sonra
bir pazar günüm olmadı hiç.

Louis Aragon / Bir Büyük Sır Söyleyeceğim Sana

bir büyük sır söyleyeceğim sana zaman sensin
kadındır zaman sevilmek özlemi duyar
aşıklar eteğinde otursun ister
bozulacak bir entaridir zaman
perçemdir sonsuz taranmış
bir aynadır buğulanan buğuları dağılan
soluklarda
zaman sensin uyuyan uyandığım şafakta
sensin bıçak gibi kesen boynumu
geçmek bilmeyen zamanın işkencesi oy
mavi damarlardaki kan gibi durmuş zamanın
işkencesi oy
hep doyumsuz arzudur daha da beterdir bu
daha da beterdir bu
sen odada gözlerin susuzluğundan
korkarım hep bozulur diye büyü
daha da beterdir bu senle yabancılaşmaktan
başın
kaçak dışarda ve yüreğin başka bir çağda oluşu
sözcükler ne ağır tanrım anlatırken bunları
arzunun ötesinde erişilmez bir yerlerde bugün aşkım
sen şakağımda vuran duvar saatisin
sen solumazsan eğer ben boğulurum
duraksar ve tenime konar adımın

bir büyük sır söyleyeceğim sana dudağımdaki
her söz dillenen bir yoksulluktur
bir yoksulluktur ellerin için bakışında kararan
bir şeydir
bundandır sana sık sık seni seviyorum demem
boynuna takacağın bir tümcenin saydam
kristalinden yoksunum
şu sıradan sözlerimi hor görme onlar
sade bir sudur ateşte o sevimsiz gürültüleri
yapan

bir büyük sır söyleyeceğim sana beceremem ben
sana benzer zamandan söz etmeyi
senden söz etmeyi beceremem ben
insanlar vardır hani istasyonlarda
el sallayan tren kalktıktan sonra
yani ağırlığıyla göz yaşlarının
kolları yana düşer onlara benzerim ben.
bir büyük sır söyleyeceğim sana korkuyorum
senden
korkuyorum ikindilerde seni pencerelere götüren
şeyden
korkuyorum davranışlardan söylenmedik
sözcüklerden
hızlı ve usul geçen zamandan korkuyorum
senden
bir büyük sır söyleyeceğim sana kapıları ört
ölmek sevmekten daha kolaydır
bundandır yaşamanın sancılarına yönelmem
sevgilim.

7 Şubat 2016 Pazar

Haydar Ergülen / Eski Yazlar Gibi Yeni

seni sevmek niye eski yazlar gibi hep yeni bende
gittikçe daha çok hatırlanan bir şey olduğundan
belki sevmek de hatırlamak gibi öyle
sevindirici, iyileştirici ve gerekli, yan yana dizmek
küçük küçük taşları, üst üste koymak mı demeli,
peki, bu törende burçlarımızın birer jesti
olsun bize, ama taşlarımız da renkli olsun ki
hem atalım hem kıyamayalım atmaya içimize.
beni şiirden yalnız sen kurtarabilir ve yalnız
sen atabilirsin şiirin içine yine, peki yaz,
de ki bir yaz günü doğmuşuz birbirimize,
bu yüzden, yazdan başka bir şey gelmiyor
içimden sana karşı ama geçmiyor da hiç
yaz sende durmuş bir sevgi saati
ve geri kalıyor hep bize kalıyor geri
daha ileri gitmesin saati geçmesin bizi de yaz
ya biz onu geçersek nereye gideriz ki
unutalım unutalım unutmazsak eskir çünkü
hatırlamak ilk defa gibidir hep ve her şeyi
hatırlayalım, hatırlamak eski yazlar gibi
hep yeni ve hep seni sevmek gibi iyi.

5 Şubat 2016 Cuma

Irmak Eriş / Bir Yüzün Diyorum

yüzün diyorum bir bir bir
yüzün diyorum iyi bir gün başlıyor
çoktan durmuş gibi bir şeyler orda
saatler durmuş, sesler durmuş, savaşlar durmuş
ne geç kalma telaşı işçi duraklarında kadınların
ne bir köpek havlaması sokaklarda
ne de ölü bir çocuk sokulmuş fotoğraflara
uyanmayı beklemiş sanki bir dağ yüzyıl boyunca
boynunla saçların arasında

yüzün bu alemmiş de sanki
davud sana gelmiş, musa sana, isa sana
salmışsın kendini bir hamağa yatar gibi maviye de
gökyüzü sanki senden esinlenmiş
zebur senden, tevrat senden, incil senden
binlerce renge doğru koşmuş yüzün
bilinmez renklere, çizilmez renklere

yüzün adsız bir mevsimi kiralamış
ne zemheriler gibi soğuk
ne kavurgan yazlar gibi sıcak
bir bulut kaçmış da göğünden
sanki yüzüne konmuş
yüzün, koca bir dünyayı
ıslatacak ıslatacak ıslatacak

insan ölmek için yaratıldı korkuya inanma
ateşe inanma, suya, havaya inanma
aşk bile ölüyor aşka inanma
bir ceket al üstüne
bir geyiği düşle, bir ağacı hatırla
insan düşmek için yaratıldı kuşlara da inanma
sen sıkı sarıl kalbime dünya sandığın yer değil
sandığın yer değil en güzel yerin
en güzel yerinde değiliz biz bu şiirin

yüzün diyorum bir bir bir
yüzün diyorum huysuz bir yağmur başlıyor
olsun, ben böyle yağmurları da severim
böyle yağmurlarda büyür insan
fırıncılar en güzel ekmekleri çıkarır
acısız bir selam verir
silinmiş sloganlar içinden duvarlar
duyulur en güzel vapurun sesi
en güzel trene binilir
ve gidilir bir cehennemden bir cehenneme
ve adına yolculuk denilir
zaten insan bir yolculuk değil midir

durdur içinde büyüyen hüsran ordusunu
kışla bekçilerini, silah çatanları
silahşörleri durdur ve bekle
işgal edilmeli yüzün bir deniz kokusuyla
çocuklar uçurtma uçurmalı
taze çaylar demlenmeli kahvelerde
yüzüne taptaze bir sabah gibi bakmalıyım

yüzün diyorum kayboluyorum
bir kuş bir fili boğuyor sanki kayboluyorum
yükünü boşaltıyor kızıl atlar kayboluyorum
kim bulmuş ki zaten kendini kaybolduğu yerde
kim anlamış insanı
yüzün diyorum yüzünde memleket telaşı

binlerce yoldaşım öldürülmüş
binlerce çiçek büyüyor ama hâlâ
pıynar ağaçları, çınar gölgeleri büyüyor
büyüyor kar bakışlı bir kadın
susamış bir nehir yatağıyla gidiyorum ona
ve yüzün diyorum bir bir bir
bir yüzün diyorum...
yüzüne bir geçiş bulmalıyım

3 Şubat 2016 Çarşamba

Yavuz Bülent Bakiler / Bir Gün Baksam Ki Gelmişsin

bir gün baksam ki gelmişsin.
bir güvercin gibi yorgun uzaklardan yar.
gözlerinde bir bitmez, bir tükenmez güzellik
saçlarında ilkbahar.

bir gün baksam ki gelmişsin.
gülüşünde taze serin bir rüzgar
ellerin yine eskisi kadar güzel
çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar.

bir gün baksam ki gelmişsin.
hasretin içimde sonsuzluk kadar.
şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz
dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.

bir gün baksam ki gelmişsin.
ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var.
tozlu pabuçlarını gözlerime sürmüşüm
benim olmuş dünyalar.

2 Şubat 2016 Salı

Mert Durmazer / Bebek Adımlar

her şey bu kadar ateş olup sonra buz tutmuşken; iki insan, iki insan arasında olabilecek tüm deliliklere şahit olmuşken, yaşam belki çok az belki de çok müşfik davranmamışken, kaderden sille üzerine sille yemişken bir hikaye, o hikayeyi anmak için dahi olsa, bir araya geleceği bir an olur mu karakterlerin dersin? yoksa before serisi sadece bir film miydi?

düşün bir film izlemişsin. o kadar güzel ki perdeler kapanmış bile olsa yerinden kalkmak istemiyorsun. öyle bir his yerleşiyor ki içine, sanki dursan, beklesen, yani kalkmasan akmaya devam edecek sahneler. ama salon bu, saati doldu, film bitti. yenisi oynatılmayacak. belki son seanstasın, aynısı bile oynatılmayacak. ve birden kabul ediyorsun artık oturmak istemediğini.

bekleyebilirdin. yaka paça salondan atılacağını görmek için bile olsa, bekleyebilirdin. belki çok daha kötü sonsuz sayıda senaryo ve sen beklememeyi seçiyorsun.

kızamıyorsun devamının olmadığı için. aynısını sonsuz defa izlemek istesen bile bunun bir delilik olacağını kabullendiğin için belki, kızamıyorsun.

sanki film tarafından terk edilmedin, aldatılmadın, bırakılmadın. sanki hiç yanılmadın. yaşandı ve bitti. her parçasıyla harikaydı. kabullenebildiğin için kızamıyorsun.

bebek adımlarınla salondan çıkarken sadece kabullenmiş olmanın hafifliğini taşıyorsun üzerinde. bir yük gibi değil, bir korunak gibi. bir sığınak gibi. geçmişin sevimli hayaletleri gibi, bir dost, yoldaş gibi. hayatı boyunca girdiği hiçbir savaşı kaybetmemiş, kaybetse bile masa başında kazanmış bir kumandanın edasıyla kabullenerek ilk kez yenildiğini; yürüdüğün, koştuğun, rekorlar kırdığın tüm zamanlarını arkana alarak, bebek adımlarınla salondan çıkarken, belki bir sigara iliştirerek dudaklarına, ne kızabiliyor, ne kırılabiliyorsun. ne kendine, ne de filme.

bir yandan da artık zihnini meşgul etmeyen belkilerin yaverliğindesin yeni yolculuğunda. aynı filmle birgün yeniden, bir zaman, bambaşka bir dilde karşılaşma ihtimallerinin yaverliğinde. ancak bu kez ne umarak, ne bekleyerek, ne de gerçekleşmemesinden korkarak. sadece belki uyuduğunda engelleyemediğin düşlerini izlemek gibi, bir düş yazarak aklının içinde, izliyorsun.

o filme dair içinde dalgalanan sayısız his arasında, en azından birgün, bir şekilde o filmle yeniden, bir kahve eşliğinde de olsa, onu izlerken kahve içebilme ihtimalini, tıpkı içinde cennet çocukları saklı bir kadının sesini duyabilme ihtimali gibi, sesinde ancak senin bilebileceğin çatlamayı yakalayabileceğin bir anın gelmesi ihtimali gibi, beklemeden, ummadan, belki aksini söylemek istesen bile yine de dileyerek, seviyorsun.

bir film izledin. ve artık dışarıdasın. bebek adımlarınla. henüz gibi bir zaman aralığı kadar arkanda kalmış bile olsa o film yine de özleyerek. ama sana tüm ihtimalleri sevdirerek arkanda kaldığı için, kızamadan bu yüzden.

en olmayacak yerde. o filmi affetmeyi seçerek.

belki dudaklarına iliştirdiğin sigaranın küller büyümüş, pabuçlarına düşerken. önceleyin aralık, sonra ise tüm ay, mevsim ve günlerin köpüğüne sarıp sarmalarken pabuçlarına gizlediğin şapşal bebek adımlarını, yürüyüp giderken. affediyorsun.